“Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım.” Atatürk’ün kitap sevgisi üzerine bu sözleri söylemiş olduğuna dair iddianın yegâne tanığı ve kaynağı Cemal (Çelebi) Granda’dır.
Atatürk’ün 11 yıl boyunca hizmetini üstlenmiş çocuklarından biri olma şerefine ulaşabilen Cemal (Çelebi) Granda, bu süreçteki anılarını önce 4 Mart 1959’dan 31 Mayıs 1959’a kadar “Şehir Gazetesi’nde, daha sonraları “Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri, 1971” ve “Atatürk’ün Uşağı İdim, 1973” isimli kitaplarda aktarmıştır. Kitapları yayıma hazırlayan Turhan Gürkan göre;
(…)”Atatürk’ün Çelebi’si görevine ilk girdiği andan itibaren, O’na ilişkin anıları not ederek saklamak, ilerde Türk Tarihi yazacak tarihçilerin eline bir belge vermek istemektedir. Dolmabahçe Sarayı’na şvester (hizmetçi) olarak alınan Alman kadını (Havuzdame)’nin tuttuğu notlar yüzünden kovulduğunu gören Granda, aynı akıbete uğramamak için anıları herkes uyuduktan sonra gizli metodu ile önce not etmiş ve bunları yıllar sonra yazıya dökmüştür.”
Cemal (Çelebi) Granda ise; (…)”Büyük Atatürk’ün hizmetine girdiğim 3 Temmuz 1927’den, ölümü olan 10 Kasım 1938’e kadar yanında geçen on iki yıllık dönemde anılarımdan hatırda kalabilmiş olanları 1947 yazında not etmeğe başladım.
Bunların bir yapıt haline gelebileceğini doğrusu ya düşünmemiştim.
Atatürk’ün hizmetkârı bulunduğum yıllarda, Falih Rıfkı Atay’ın Hâkimiyeti Milliye Gazetesinde çıkan Samsun – Ankara demiryolunu anlatan “Beş Yıllık Tren Tarihi” adlı bir yazısını okumuştum. Bu yazarı pek sevmezdim, fakat yazısı hoşuma gitmişti. Akşam sofraya geldiğinde «Bugünkü yazınız çok güzeldi,» demekten kendimi alamadım. Ruşen Eşref Ünaydın da yanındaydı. Hiç beklemiyordum, birden «Sen de yazarsın istesen,» dedi. Şaşırmıştım. «Nasıl yazarım?» diye sormuş bulundum. «Konuşuyorsun mademki yazarsın. Böyle konuştuğun gibi yaz,» dedi.
İşte bu anıların hazırlanmasında, Falih Rıfkı Atay’ın o günkü sözlerinin verdiği cesaretin de rolü olmuştur.
Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin de bu anıların yazılmasında etkisi olmuştur. Atatürk’ün ölümün den sonra Kılıç Ali’yi Nişantaşı’ndaki evinde ziyarete gitmiştim. Yazı yazıyordu. Elindeki yazıları işaret ederek, «Cemal, bu yazı 1926’daki Büyük Nutku,» dedi. «1926 değil, 1927’dir,» diye düzelttim. Dikkatim hoşuna gitti. «Sen de yazsana hatırladıklarım,» demez mi. Sonra elindeki ufak kâğıtları göstererek, “Notlarını böyle ufak kâğıtlara yaz, sonra onları genişletirsin,” dedi. İki ufak not defterine aklıma geldikçe karaladım.
Atatürk’ün ölümünden sonra çok sıkıntıya düşmüş, üzüntülü günler yaşamıştım. Sekiz yüz lira emekli aylığıyla ayrıldığım son işim Denizcilik Bankası’nın Termal Oteli Mubayaa Memurluğuna gelinceye kadar başımdan hayli şey geçmişti, İstanbul’da bir işte tutunamıyordum. Sonunda Atatürk döneminin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a gidip, başıma gelenleri anlattım ve bana bir iş bulmasını istedim. Zonguldak, Etibank Ereğli Kömür İşletmeleri İdare Amirliği Servisi’ne girmem, işte Soyak’ın aracılığıyla olmuştur. Orada Daireler Müdürü olan kardeşi İhsan Soyak’a telefon edip beni Zonguldak’a yolladı. Görevim kırka yakın yapını kontrolü, bekçi ve odacıların giyinmeleri ve temizliğe uymalarını sağlamaktı. Çok boş zamanım oluyordu.
Bir gün aklıma geldi. On iki yıl Atatürk’ün yanında kaldım. O’na değinen anıları kafamda toparlayıp, şöyle ufak ufak birer sayfa yazsam hem gecelerim boş geçmemiş olur, hem de ilerde bir yarar sağlar diye düşündüm.
Ve başladım yazmağa…
Eskiyi hatırlamak kolay değildi. Bir sayfa yazınca külçe gibi oluyordum. On bir ayda 210 sayfa yazı yazabildim. Böylece bu kitabın özü olan notlar ortaya çıktı. 1959 yılında Şehir Gazetesi’nin yazı işleri müdürü olan Kemal Onan (Con Kemal) bu yazıları gördü ve yayınlamayı istedi. O sıralarda Turhan Gürkan’la tanıştım. Günlerce oturup, bazen gazete idarehanesinde, bazen Nuru Osmaniye’de ki İkbal Kıraathanesi’nde notları birer birer elden geçirdik. Böylece Atatürk’e ilişkin anılarım, Turhan Gürkan’ın kalemiyle ilk kez 1959 yılında halkın önüne çıktı. Anıların genişletilmiş ilk hali 4 Mart – 31 Mayıs 1959 tarihleri arasında yayınlandı. Bunların içinde unutulanlar vardı. Sonradan yapılan eklerle 432 sayfalık bir yapıt çıktı ortaya. Çok zorluk içinde yazdığımı hatırladıkça üzülüyorum. Normal kafayla ve zamanında yazabilseydim, çok daha iyi sonuç alınabilirdi bu kitaptan. Hayatta çok hırpalandım. Bu da zekâyı etkiliyor. Sonradan hatırlayabildiklerim işte önünüzde…”
Cemal (Çelebi) Granda’nın ifadesine göre ortada Atatürk’e dair anılara ait gizli bir metodu ile tuttuğu not defteri yoktur (…”On iki yıllık dönemde anılarımdan hatırda kalabilmiş olanları 1947 yazında not etmeğe başladım.) Ama Turhan Gürkan’ında belirttiği gibi Granda, Türk Tarihi yazacak tarihçilerin eline bir belge vermek istemektedir.
Resmi tarihe alternatif olarak “Vahdettin: Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu” adlı kitabı ile tarih yazımına girişen Necip Fazıl Kısakürek anlatır:
(…)” Eserimin, Sultan Vahidüddin’i (Malaya) zırhlısında takip eden noktasına gelmiş gelmemiştim ki, gazetemden evime bir telefon mesajı geldi:
-Bir zat sizinle görmek istiyor ve gayet mühim bir ifşada bulunacağını söylüyor! Şu anda burada…
Bu gibi müracaatlara, muvazeneli ve muvazenesiz, ciddi ve hafif soyundan alışmış ve onlardan kanıksamış olduğum için sordum:
– Kimmiş? Mevzuu neymiş?
-Hiçbir şey söylemiyor! Ancak sizinle konuşabilirmiş!..
– Verin telefona!..
Telefonda itimat verici bir ton:
(…)”Tefrikanızla alâkalı olarak size vereceğim bir vesika var… Bunu ne burada telefonla söyleyebilirim, ne de başkasına emanet edebilirim. Sizinle karşılaşmam lâzım…”
Ses tonundan aldığım itimat duygusundan mıdır, o anda içime doğan histen midir, nedir meçhul şahsa:
– Öyleyse evime gelin, görüşelim!
Dedim ve adresimi verdim.
Beyaz saçlı, esmer, 65 yaşlarında kadar görünen, gayet terbiyeli bir tavır sahibi terbiyeli bir insan… Hâl ve kıyafetine göre ancak okur-yazar halk tabakasından biri hissini veriyor, fakat muntazam konuşuyor ve kulaktan kapma bir kültürcük taşıdığını belirtiyor. Hemen söze başladı:
(…)”Vahidüddin tefrikanızı dikkatle okuyorum.
Orada iddia ettiğiniz bir şey var:
“Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya Milli Mücadeleyi açma vazifesiyle Sultan Vahidüddin’in gönderdiği…” Ben bu hakikati bizzat Atatürk’ün ağzından Umumî Kâtibine söylerken işitmiş bir insanım… Allah var… Allah ve tarih huzurunda bu hakikate şahitlik etmek isterim.
– Evvelâ hüviyetinizi ve Atatürk ile münasebetinizi bildiriniz!
(…)” İsmim Cemal Granda… 1910 doğumluyum. İzmir’in Salihli kasabasında doğdum ve İstanbul’da büyüdüm. Şimdi Denizyollarından emekli olarak Yalova’nın bir köyünde oturuyorum. 1927-1938 arası tam 11 sene müddetle Atatürk’ün sofracılık hizmetinde bulundum. Köşkte, hususi servis hizmetlerini görenlerin başındayım. Hemen her an köşkteki hayatını yakından takip etmek, neşe ve öfkelerine şahit olmak, servis yaparken huzurundakilere konuştuklarını işitmek gibi bir fırsata erdim. Bu 11 yıl içinde işittiklerim ve gördüklerim bir kitap doldurabilir.
– Şahit olduklarınızdan Vahidüddin ile alâkalısı hangisidir?
(…)”1928-29 sıralarındaydı. Kâzım Karabekir Paşa bazı beyanat ve neşriyatta bulunuyor, İstiklal Harbi şerefinin kendisiyle Atatürk’e ait olduğunu iddia ediyordu. Başkalarına hiçbir hisse vermiyordu. Atatürk bu neşriyata fevkalâde öfkelenmişti. Bilhassa kazım Karabekir’in birinci planı işgal etmek istemesine… Bir gün karşısına Umumî Kâtibi Tevfik Bey’i almış, bu mevzuu asabi asabi konuşuyordu. Kahve getirip götürmek ve sair servislerde bulunmak vesilesiyle boyuna girip çıktığım için hep aynı bahis üzerinde konuştuğuna şahit oluyordum.
Atatürk diyordu ki:
“Eğer bu milleti Kazım Karabekir’in iddia ettiği gibi yalnız iki adam kurtardıysa vay bu milletin haline!.. Böyle bir şey nasıl ağıza alınabilir? Bu adamı akıl doktorlarına muayene ve tedavi ettirmek lazım!.. Hırsın ve milleti aciz göstermenin bu derecesi olur mu?”
Sonra birdenbire doğrularak Tevfik Bey’e dedi ki:
“Beni, Millî Mücadeleyi açmak üzere bunca paşa arasından beni seçip Anadolu’ya gönderen Vahidüddin’dir. Eğer bu vatanı kurtaran biri aramak gerekirse Vahidüddin’i göstermek lazım gelir!”
Bu sözü kulaklarımla işittim ve o anda Atatürk’ün tavır ve kelimelerine kadar hiçbir şeyi unutmadım. Benim gibi basit bir adamın şahitliğinde bir kıymet varsa onu kullanmanız için size geldim. Sözlerimi ayniyle yazınız, imza edeyim. Hakikatin tecellisini ve Allah’ın rızasından başka beklediğim hiçbir şey yoktur!”
– Cemal Granda’nın ifadesini ayniyle oğluma yazdırdım ve klişesinde gördüğünüz gibi, imzasını aldım. Tarih ilmi (metodoloji – usûliyat) bakımından, en güvenilecek vesikayı, herhangi bir garaz ve ivazları olmayan, samimiyet ve iyi niyetleri aşikâr, hattâ şahıslarıyla kıymetsiz ve ehemmiyetsiz görgü şahitlerine bağlar. Bu bakımdan, davamız zaten evvelce sofracının tespitlerini, ona muhtaç olmaksızın büyük mikyasta kıymetlendirebiliriz…
Vesika bununla kalmadı.
Henüz Cemal Granda yanımızdan ayrılmamıştı ki, postacı geldi ve bir gazete getirdi. Bu okuyucunun gönderdiği 19 Mayıs 1957 tarihli Dünya Gazetesi… Bu gazetenin altıncı sahifesinde “Falih Rıfkı” imzasıyla çıkmış “Atatürk Samsun’a gidiyor!” başlıklı bir hatıra yazısının ikinci başlığı, Vahidüddin’in ağzıyla Mustafa Kemal Paşa’ya söylenmiş şu sözlerden ibaretti:
“Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin! Bunların hepsi tarihe geçmiştir! Şimdi yapacağın hizmet hepsinden de mühim olabilir! Paşa, sen devleti kurtarabilirsin!”
Devleti kurtarmak, Samsun’da asayişi tesis etmekle olamayacağına göre, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya niçin gönderildiği Falih Rıfkı gibi bir kalemle de teyit ediliyor demekti. Bu itirafta daha nice Vahidüddin düşmanı kalem müttefik, fakat iş mânâlandırmaya gelince hepsi de firaridir.
Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya doğrudan doğruya Türk devlet ve milletini kurtarmak için Vahidüddin tarafından gönderilmiş ve devlet kurtarıldıktan sonra onu kurtarmak fikrini ilk verenin ve bu işe ilk davrananın, bir düşman zırhlısı içinde vatanından uzaklaşmasını gerektirici şartlar fazlasıyla sağlanmıştır. Şu var ki, Vahidüddin, karşı durulması ancak çok büyük bir kahramana düşen bu şartların, ölmeyi bilmediği için, ister istemez ağına yakalanırken bahtsızlığının son basamağına çıkmış, bu da onu vatan haini gösterenlere bedava tarafından dayanak olmuştur.”