Astarte – Adonis Mitolojisi
Hep merak etmez miyiz neden gül bu kadar uçlarda, bazen aşk bazen hüzün olur?
Ya da neden Lale bizim edebiyatımızda bu kadar önemli? Veya lâl-û gevheri niye bu kadar kullanılmışız? Gülün elektromanyetik frekansına baktığımızda en yüksek titreşimlerden birini veriyor olması bir tesadüf mü?
Enerji yuğunluğunun yüksek olmasının acaba gülün ‘’seçilmiş’’ olması ile bir ilişkisi var mı? Tüm bu soruların cevaplarının izlerini türkülerin yoluyla izlediğimde ‘’ Alice’in tavşanını’’ takip etmiş gibi buldum kendimi ve izler beni taaa Fenike mitolojilerine kadar götürdü.
Gülün hayatımıza, edebiyatımıza, türkülerimize bu kadar girmesinin rolünü biraz araştırınca Adonis/Astarte mitolojisi bütün heybetiyle karşıma çıktı. Astarte, Fenike ve diğer Levant kültürlerinde çok önemli bir tanrıça. Mitolojisiyle ilgili bilgiler, genellikle antik kutsal metinler, kütüphane tabletleri ve yazıtlar aracılığıyla günümüze ulaşıyor.
Astarte’nin aşk, bereket ve savaş tanrıçası olarak tanımlandığı metinler, özellikle Ugarit tabletleri ve diğer Fenike yazıtlarında geçer.
Hikâyenin Fenike versiyonuna gelince;
Astarte (bazı bölgelerde Ashtart, İştar veya Ana Tanrıça olarak bilinir), hem aşkın bereketin hem de savaşın tanrıçasıdır. Lübnan dağlarının ve Akdeniz’in kıyılarındaki şehirlerin baş tanrıçasıdır.
Efsaneye göre, albenisiyle tanınan genç bir avcı olan Adon (Yunanlıların Adonis dediği) Lübnan dağlarında doğar. Adon öylesine yakışıklıdır ki, tanrıça Astarte onu gördüğü anda âşık olur.
Astarte, Adon’u korumak ister, çünkü bilir ki kaderinde yaşamı kısadır. Onu sık sık yanına alır, avlanırken yanında bulunur. Ancak avcılığa olan tutkusu Adon’u dağlarda yalnız dolaşmaya iter.
Bir gün, Astarte kuğuların çektiği altın arabasıyla gökyüzünde süzülürken, avda olan Adon’un sesi rüzgârla kulağına gelir. Vahşi bir yaban domuzu Adon’a saldırmaktadır ve onu ağır yaralamıştır.
Astarte hemen arabasından inip yere iner ve Adon’a koşar. O esnada Lübnan dağlarının eteklerinde beyaz güller açmıştır. Astarte, yaralı Adon’a ulaşabilmek için o güllerin arasından koşar. Dikenler ayaklarına ve ellerine batar, teninden süzülen kan beyaz gül yapraklarına bulaşır ve onları kırmızıya boyar. Bu yüzden kırmızı gül, aşkın ve acının simgesi olur.
Adon, Astarte’nin kollarında can verir. Astarte günlerce yas tutar, Lübnan nehirleri (özellikle Afqa /Adonis nehri) her yıl onun kanıyla kırmızıya boyanır diye anlatılır ve onun Lübnan dağlarına dökülen kanlarından kırmızı laleler, gelincikler boy verir. Fenike halkı bu olayı anmak için her yıl Adonia adı verilen yas ve bereket törenleri yapar. ( Lucian, On the Syrian Goddess).
M.Ö. 6 yüzyıllarda Anekreon’un ve sonraki dönemlerde özellikle Bion ve Moschos’un gül ve ilahi tanrıça figürlerini birleştirdiklerini görüyoruz, ‘’Adonis ağıtlarına gelince; Adonia festivallerinde özellikle kadınlar tarafından söylenen dokunaklı sözlerle bezenmiş birer eser olarak günümüze kadar uzanmıştır. Yine Astarte’nin antik Mısır kaynaklarında karşılığı diyebileceğimiz İsis in de rahipliğe kabuldeki inisiyasyon sürecinde transa geçtiklerinde ‘’İsis’in gülünü görebilmek’’ diye bir kavramları olduğu bilinir. Bu kavram saflaşıp rafineleşmenin, arınmanın sembolü olarak kabul edilir.
James G. Frazer sahada yaptığı çalışmalarda Lübnan da astarte tapınağını anlatırken muhteşem bir tasvir yapar; saklı bir cennet vadinin tepesinde aşağı bakınca kartalların yuvalarını yaptığı, aşağıdan bakınca ise yamaçtaki keçilerin küçücük göründüğü akşam hanelerde ışıklar olmasa neredeyse kimsenin yaşamadığı sanılan, fantastik bir vadi. İşte oldukça yüksek ve sarp bu vadinin tepesinde Astarte/Adonis tapınağı hala durur ve yapılan tasvirde kayaya oyulmuş biçimde Adonis’in ayıya mızrak atacakken domuzun saldırısı olduğu gibi tasvir edilmiştir.
Suriye kıyılarından gemiyle bir günlük yolda olan Kıbrıs, çok erken devirlerden itibaren Fenikelilerin dikkatini çekmiştir ve Fenikelilerin ticaret maksadıyla yerleştikleri yerlerden tabiri caizse adeta bir istasyonu olmuştur. Böylece Fenikeliler bu adada bulunan Greklerle yaşamaya başladılar. Doğal olarak Kıbrıs’a beraberlerinde Lübnan’ın Baal’i olan Adonis’i ve Beltis’i olan Astarte’yi de getirdiler ve
onların kültünü yaydılar. Greklerin Afrodit olarak benimsedikleri Astarte kültü bilhassa adanın güney kıyılarında, Amathus’ta, Adonis – Afrodit kültü olarak tesis edilmiştir. Bu arada Afrodit’in de Kıbrıs’ın denizindeki köpüklerden doğduğunu da ilave edelim.
Neyse biz Gül’ün ve Lale nin ezoterik izlerinden yürümeye devam edelim…
Kıbrıs’ta, Asrtarte Afrodit’e dönüşürken günümüze kadar sevginin, aşkın, dişil enerjinin, güzelliğin ve estetiğin sembolü olarak halk kültüründe ve edebiyatında yaşamaya halen daha devam ediyor.
Afrodit zaman yolculuğunda Antik Yunan’dan Roma ya Venüs olarak geçince gül metaforu da yine Venüs’ün sembolü olarak onunla taşınır ve günümüze kadar ulaşır. Beyaz gül halk arasında ilahi bilgi, sır, güzellik ve masumiyeti temsil ederken kırmızı gül aşkı ve aşkın rengini, şehadeti temsil etmeye devam ediyor.
Helenistik çağdan kalma Grek mitleri zamanla Arapça’ya Abbasi Dönemi çevirileriyle geçmeye başlayınca muhtemeldir ki Kindî, İbn Sina, el-Bîrûnî gibi yazarlar çeviri hareketleriyle Grek ve Doğu Akdeniz mitlerinden dolaylı olarak haberdar oldular. Böylelikle gül semboliği bizim
coğrafyamızda açmaya başlar ve sahneye tüm görkemiyle öyle bir çıkar ki biz de ona hakikaten layık
olduğu değeri fazlasıyla veririz. Daha sonraları Hafız, Sadi, Feridüddin Attar’lar da gül ve bülbül ile işin içine girince tadına doyulmaz zenginlikte bir edebiyat doğar, artık Adonia festivallerinde feryad eden ağıtlar yakan kadınların yerini bülbüller almaya başlamıştır.
Bu isimler daha çok İran ve Azerbaycan coğrafyasında olduğundan bizim topraklarımıza geliş yönü de doğal olarak buralar kaynaklıdır.Göç yolları kuzey Karadeniz’den olan Türk boylarının edebiyatlarında gül/bülbül alegorisini bu yoğunlukta görmüyoruz. Gülden konu açılır da Şah İsmail(Hataî) den bahsetmemek olur mu?
En güzel örnekleri deyişlerinde hala keyifle okuyor, saygıyla yâd ediyoruz. Bu muhteşem hikayenin izlerini yine günümüze kadar gelen özelikle anonim eserlerde gül, lale, dağ gibi motifler suretiyle rahatlıkla görebiliyoruz. Gül aynı zamanda canın ve hakikatin sembolüdür. Hatâî deyişlerinde “gül” sık sık “can” ve “yar” ile ilişkilendirilir. Yine tasavvufi metinlerde lale de açan kalp, ilahi aşkın tezahürü olarak yer alır. Hatâî, lale ile aşkın coşkusunu ve yanışını dile getirdiği deyişleri bilinmektedir. Yanış ve yeniden oluş ! Tıpkı Adonis’in öldükten sonra kanı ve bedeninin lale ve gelinciklere dönüşmesi gibi, tasavvufta da ‘’yeni bir ben’ ’olarak ifade edebileceğimiz ‘’tecelli’’ kavramı ile örtüşür tıpkı doğanın dönüşümü gibi.
Der ki Hatâî;
“Gül ü lale arzusuyla yandım ben,
Canım her dem yar yolunda harlandı.
Yine;
“Gül yüzlüler oldular âşıklar aleminde,
Lâle ile gülün dostluğu bu canlarda.”
Lal-ü gevher çok kullanır mesela. Lâl her ne kadar mücevherleri kastediyor gibi görünse de biraz derinleştirince asıl cazibenin o müthiş kırmızılık olduğu hemen anlaşılır(tıpkı mücevhere değerini verenin, onu parlatanın aslında ışığın taşın içinde sonsuz kırılımıyla taşın muhteşem bir çekicilik kazandığı gibi-mücevher madde, ışık onun ruhu ,yoksa mücevherin ışığın olmadığı karanlıkta nasıl bir değerli olabilir ki?) buradan gevheri, hakikate, öze götüren bir araç olarak ele aldığımızda onun kırmızılığı doğal olarak bizi yine gül metaforuna götürüyor.
Yine Hatâî’den bir dörtlük daha yazalım;
Ezel bahar olmayınca
Kırmızı gül bitmez imiş
Kırmızı gül bitmeyince
Dertli bülbül ötmez imiş
Adonis-Astrate hikayesinin son sahnesinin ardından yakılan ağıtlara benzer bir durum olduğunu görüyoruz. Elbette mitoloji baharın geri dönüşü ve ölüm de malum sonbaharda tabiatın ölümüyle yakın alakalı olduğu açıktır. Bülbül ise şiirlerde, deyişlerde daha önce de yazdığımız gibi tıpkı Biblos’lu kadınların Adonis için yaktıkları ağıtlar gibi feryad etmektedir.
İşin Astrolojik boyutlarını anlatalım biraz da;
Aslında görüyoruz ki tüm bu edebi metinler öyle sıradan bir hikâyeyi anlatıp drama olarak sonraki nesillere aktarmanın ötesinde bir zamanı, başka bir deyişle zamanda devir olup dönen dönemi belirlemede kullanılan dâhiyane eserler. Acaba Adonis ve Asrarte mitinde Frazer’in tapınakta gördüğü tasvir tam olarak bir göksel sembolizm mi? Daha yakından baktığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor; bu tasvirde Adonis bir ayıya tam mızrak atarken yaban domuzunun ona saldırmak için orada bulunması ve bunu Astarte’nin üzgün gözlerle izlemesi….
Tüm bu verileri Zodyak’ta bir araya getirdiğimizde aslında göksel bir pozisyondan bahsettiğini net olarak görebiliyoruz ve bu kombinasyonun aslında bir dönemsel tarihi anlattığını biliyoruz.
Kombinasyonun izlerini sürdüğümüzde M.Ö. 1500 lü yılların ortalarında Beyrut bölgesinde Temmuz sonları Ağustos başlarına yani tam tıpkı Adonis in ya da Sümerlerin Tammuz’unun ölüm zamanlamasına ulaşabiliyoruz. Bu da bize gösteriyor ki aslında bu hikâye tam olarak iki aşığın kavuştuğu dönemi ilkbaharın başlangıcıyken, ölüm ile ayrıldıkları dönemi de tam olarak canlılığın bitmeye başlayacağı ilk dönem yani daha sonra Sonbaharın gelmekte olduğunu haber veriyor.Kısaca ölüm sahnesi bu tarihten sonra doğanın yavaş yavaş (canlılığı bir grafik olarak düşünürsek) pik noktadan geriye doğru dönüşünün başlaması anlamlarını taşıyor.
İşte gül derken bülbülün ağıtı derken ya da ‘’ey oğul, biricik oğul tekçe oğul’’ diye ağıtlar yakarken üstelikte bu ağıtların en dokunaklı olanlarını kadınlarımızın sözlerinde buluyorken belki de kadim öğretilerin can tellerine dokunuyoruz ve aslında söylemeye çalıştığımız daha önce devraldığımız büyük bir mirası söylüyor konuşuyoruz.
Sağlıcakla,
Paideia/Angın