
 
Orhan Pamuk ve Yakup Barakos
Merhaba sevgili dostlar, okuyucular,
Uzun zaman oldu bu köşede yazamadım. Ve sonunda kısmet bugüne imiş, okuduklarımı paylaşmak istedim sizinle, geçenlerde bir yazı okumuştum diyordu ki ’Eğer yazmak bir sanat ise okumak ayrı bir sanattır;’ Ne kadar doğru değil mi?
Neden derseniz okuduklarımız aslında bizim yorumladığımız kadar değil midir?
Ekim ayında yirmi günlük kadar çeşitli ülkeleri ve şehirleri ziyaret ettim. Bu süreç zarfında kendime şart koyduğum iki şey vardı.
Küçük bir valizle seyahat edecektim. Ve yanıma sadece bir kitap alacaktım. Tek kitap ki uçak yolculuklarında ve aralarda bana eşlik etsin diye. Çünkü etrafıma, çevreme odaklanmak, yeni yerler gözlemlemek istiyordum. O nedenle kendime uzun zamandır elimde olan okuması biraz ağır giden bir kitap aldım. Orhan Pamuk- Benim adım Kırmızı
Uzun zamandır elimde idi; arada birçok itap okumuş ama bir türlü giriş kısmını atlayamamıştım, anlatım dili ağdalı, çok fazla Osmanlıca isimler ve terimler ki benim çok fazla ilgi alanım değil idi. Ama inat etmiştim eğer Nobel ödüllü bir yazar bunu yazdı ise mutlaka bir mesajı olması gerekiyordu ve ben de o mesajı almak istiyordu.
Gelelim diğer üç kitaba on üç kitap Tel Aviv’de bana geldiler hediye olarak. Aslında o üç kitabı da gönlüm okumak istemekte idi amma velakin aradaki uzak mesafeler o kitaplara ulaşmamı bir şekilde engellemişti. Ve ne zaman ki bu üç kitabın yazarı ile Tel Aviv’de tanışma fırsatı buldum, kitaplar elime geçti. Ve o zaman elimde dört kitap ve iki yazar vardı ve seyahatimin ortasında idim henüz.
Yakup Barokası’ın üç kitabı da gelecek nesillere verilmiş çok değerli notlar, bilgiler ve anılar, düşünceler içeriyor.
Tel Aviv sahillerinde ayağımın altında altın rengi kum veya ayaklarım Akdeniz’in Tel Aviv ayağında iken ben başımda kocaman bir şapka, bir şezlongun üzerinde ‘Sıradan bir Yahudi’nin Hikayesi’ni okumakla başladım. Ve bu akıcı ve sade bir Türkçe ile abartmadan yazılmış iki yüz sayfalık İstanbul’da başlayıp İsrail’de devam eden anıları bir çırpıda iki günde elimden bırakmadan okudum. Aileyi, kardeşliği, dostlukları, kırgınlıkları, askerliği, azınlık olmayı, hayatın inişlerini çıkışlarını anlatan ve düşündüren bu anekdot-kitabı bitirdikten sonra kafamda Türkiye’den İsrail’e göç eden birçok kişinin yaşadıkları zorluklar, inişler çıkışlar, kişinin ana dilini bildiği emek verdiği topraklardan ayrılıp göç etmesinin yarattığı travmaları daha da netleşti zihnimde.
Sonra elime ikinci yazdığı Kitap olan Çocukluğun Büyükada’sını aldım. Ada hayatını, çocukluk arkadaşlıklarını ve adanın 1951-1971 tarihleri arasındaki hem anılarını hem tarihçesini okudum. Eski bir adalı olan bana ada hakkında kafamda oluşan önyargılarımdan bazılarını değiştirmeme neden oldu. Ve en son ise Türkiye üzerinden yasa dışı Göç kitabını elime aldım. Avrupalı Yahudilerin Nazi soykırımından kaçarken adına deniz aracı bile denemeyecek gemiciklerle Filistin’e ulaşma hayallerinin nasıl acı sonla bittiğini, ve Salvador gemisinde kurtulanların yaşadıkları acı deneyimleri birinci ağızlardan yani kurtulanlardan okudum. Aslında Avrupa’da Nazilerden kaçan Yahudilerin bu acı gerçek hikayesinin Zülfü Livaneli Serenad adlı kitabına da ana tema yapmıştı. Yakup Barakos’ın bu kitabındaki bilgileri okuyunca hatırladım. Zülfi Livaneli Serenad adlı kitabında Silivri yakınlarında denize batan Struma’dan bahseder ve hikayenin ana temasını bunun üzerine kurar. Struma 1941-42 kışında Romanya’dan yola çıkarak Filistin’e geçmeye çalışan mültecileri taşıyan gemiydi ve 24 Şubat 1942 de Karadeniz’de battı.
Gelelim elimde uzun süre bekleyen Benim Adım Kırmızı- Orhan Pamuk’a, en nihayetinde bitirdim ve kitabı yarıladığım zaman işin zor tarafını geçmiştim ve konuyu merak evresine girmiştim.
Ve sonunda almam gereken birçok mesajı almıştım ve hiç bilmediğim konularda da bayağı fikir sahibi olmuştum.
16. yy. Osmanlı dönemi nakkaşların dünyası, nakkaşların kendi aralarındaki rekabet ve ortak çalışmaları, hiçbir eserin altında imza olmaması beni en çok çarpan kısmı idi. Günümüzde ‘Ben ve Her şeyi ben en iyi yaparım’ kavramı ve vurgusu ile her yere her şeye imza atmak çabamızın karşıtı var idi 16 yy. Osmanlı sanatı nakkaşlıkta. Onlar ekip çalışıyorlar, imza atmıyorlar ve imza atmayı ‘Kibir’ olarak yorumluyorlardı. Osmanlı minyatür geleneğinin kendini ‘yaratıcı’ olarak değil Tanrı’nın yarattığı dünyanın sadık bir taklitçisi olarak görmesi, imza atmanın bir eseri ‘ben yaptım’ emenin benlik iddiası- kibir olarak algılanması ve bu yüzden nakkaşların eserlerini anonimleştirmeleri ve romanda sıkça geçen ‘Allah’ın dünyaya baktığı gibi bakmak’ anlayışı sanatçının kendi gözünü geri plana atmasını gerektirmesi ve daha bir çok şey bu kitapta anlatılan ve beni çarpan düşündüren konulardı.
Zorlandım ve bitirdim kitabı, beğendim tabi, geçenlerde Facebook’ta bir kitap okuma gurubunda Orhan Pamuk okumam çünkü ülkemizi ‘Soy kırım’ ile suçladı gibi bir yorum vardı.
Ben de diyorum ki iyi yazan, beni düşündüren ve hayatı yeni baştan sorgulamamı sağlayan her şeyi ve herkesi okurum…. Yazan, çizen, düşünen, sanat ile dünyaya katkı sağlayan herkese saygım büyük, iyi ki varlar ve vardılar onlar sayesinde medeniyetler ilerledi…
 
 
 
 
