“Ayna, ayna….” diye söze başlamak geldi içimden. Tabii bu öyle bir şey değil; yani kehânet isteğim güzellik üzerine değil. Antik zamanlarda da pek olduğunu sanmıyorum. Belki daha yakın geçmişte öyle olmuştur ve fakat antik zamanlarda aynalar daha çok, toplumların hayatî konulardaki soruları için kullanılmış.
Aynaların, binlerce yıldır kullanıldığı bilinmektedir bugün. En eski örneklerine, güzel Anadolu’muzda da rastlanmıştır. Antik zamanların insanı, volkanik bir taş olan obsidyen/obsidiyeni işleyerek, pürüzsüz yüzeyi bir yansıtıcı olarak kullanmıştır. Esasen daha önceleri, pirit taşı kullanılmış fakat hızlı deforme olması sebebiyle, obsidyene yönelmiş bu taşı tercih edilmiştir. Kitabım Agbando’da, Göbekli Tepe’de bulunan obsidyenlerle ilgili kısa bir bilgi bulunmaktadır. Bu yazıyı da o bilgiye eklersek, Göbekli Tepe için yeni bir iddia ortaya atabiliriz diye düşünmekteyim.
Bugün genel olarak, Mezoamerika adıyla işaret ettiğimiz bölge halkları da aynalara büyük önem vermişlerdir.
Aynalar tarih öncesi zamanlarda ve yakın geçmişte, çoğunlukla kehânet aracı olarak kullanılmıştı. Elbette işgaller sonrası, seçkinler tarafından bu yönü aktif kullanılamadığı için daha ziyade, bir gösteriş aracına dönüşmüştür. Şöyle ki, Mezoamerika kültüründe ve özellikle Aztekler’de yöneticiler, soylular ve rahipler genellikle, göğüsleri üzerinde pirit taşından yapılmış aynalar, farklı büyüklüklerde parlak diskler kullandılar.
Bunları kostümlerinin üzerinde mutlaka taşıdılar. {Tıpkı bizim Kam kültürümüzde olduğu gibi} Aztekler’in bu aynaları taşımalarının asıl sebebi, aynanın fiziksel görünüşü yansıtması değil; Ruh’u yansıtmasıydı. Yöneticiler, soylular, rahipler görüşmelerinde bu aynalar sayesinde hem yalanı ve sahte {düşman} bir kişiyi tanıyabiliyor hem de, Aztekler’in ‘tonalli’ dedikleri yaşam gücünü {enerji, ruh} korumaya alıyorlardı. Düşman olarak görülen kişilerle bir araya gelinecekse, ruhun ele geçirilmemesi {manipülasyon}, yaralanmaması {enerji saldırısı} ve hatta ölümle sonuçlanabilecek durumların oluşmaması için aynalar/yansıtıcı mutlaka göğüste taşınırdı. Antik Aztek tanrısı Tezcatlipoca da, {ki aynaların, gecenin ve kehânetlerin tanrısıdır} kendisi için savaşan savaşçıları, boyunlarına astığı aynalar ile korurdu. Onlarca yıl bu gelenek devam ettirilmiş ve bu koruma işgal zamanında, Avrupa soylularına geçmiş fakat özden uzaklaşıp, gösteriş amaçlı kullanılmıştır. Fakat rahatlıkla tahmin edebileceğimiz üzre, kehânet yeteneği olanlar bu alanı hâlen, aktif kullanmaktadır. Olabilir diye düşünüyorum..
Ayna ve su antik zamanlardan beri, bilgiyi saklayan/koruyan sembollerdir. Her ikisi de bir bütün görülmüş ve birbirleriyle ilişkilendirilmiştir. Kezâ Aztekler’in, pirit taşını pürüzsüz hâle getirmek için, su yüzeyinden ilhâm aldıkları aktarılır. Aynaların ve suyun, parlak ve yansıtıcı güçleri sebebi ile diğer dünyalara açılan kapılar olduğuna inanılmıştır. Yine bu inanışa göre, bu dünyalara bakılabilir ve fakat sadece özel {ruhsal} yeteneği olanlar geçebilirdi. Aynalar, su dolu alanlar, insan gözü, mağaralar hep bu minvalde önem kazanmıştır.
Aynalar bilgelik, bilgi ve gücü temsil ediyordu. Obsidiyen taşına ‘konuşan taş’ da denilirdi. Kutsal mesajları, insanlara ilettiğine inanılıyordu. Pek çok antik medeniyette olduğu gibi Aztek sanatında da bazı tanrıların gözleri bu inanç sebebiyle, aynalar ile temsil edilmiştir.
Mezoamerika’da doğaüstü güçler için kanal olarak görülen aynalar çoğunlukla, kehânet yoluyla bir insanın kaderini ortaya çıkarmak, gelecekten {ve geçmişten de} bilgi almak için kullanılmıştır. Aynalarının bir yüzeyinin bu dünyaya, ardındaki yüzeyinin uzak dünyaya bağlı olduğuna inanılırdı. Uzak Dünya’da tanrılar ve diğer doğaüstü varlıklar yaşardı. Öyle ki, o dönemde Dünya Gezegeni’ni, devasa dairesel bir ayna olarak düşünmüşlerdi. Dünya su ve kara oranını düşündüğümüzde, antik insanın bu benzetmeyi yapması gayet anlaşılır olmaktadır. Aynı benzetmeyi kendimiz için/insan için de yapabilir miyiz sizce ; Fiziki bedenimizin kaçta kaçı sudur?
Sevgiler. İyi bayramlar…
Gülşah Demirkaya