İnsanlık tarihi boyunca, görünenin ardındaki temel gerçeği anlama arzusu, felsefenin, dinin ve bilimin itici gücü olmuştur. Bu arayış, çoğu zaman bireyleri bilim ve maneviyat arasında bir seçim yapmaya zorlayan bir ikilem yaratmıştır. Biri ölçülebilir, tekrarlanabilir ve materyalist bir yaklaşım sunarken; diğeri sezgisel, bütünsel ve bilinç merkezli bir bakış açısı sunar.
Klasik fizik, Isaac Newton’un mekaniği üzerine inşa edilmiş olup, evreni bilardo topları gibi birbirine çarpıp etkileşen temel parçacıklardan oluşan dev bir makine olarak tasavvur eder. Bu model, gezegenlerin hareketinden bir topun yörüngesine kadar makro dünyadaki olguları açıklamakta son derece başarılı olmuştur. Ancak 20. yüzyılın başlarında bilim insanları atomun derinliklerine indikçe, bu “bilardo topu” modelinin feci şekilde başarısız olduğu anlaşıldı. Elektronlar gibi parçacıklar, bazen katı bir nesne gibi davranırken, bazen de bir dalga gibi aynı anda birden fazla yerde bulunabiliyorlardı. Bu kafa karıştırıcı davranışları açıklamak için tamamen yeni bir düşünce biçimi gerekiyordu.
Bu yeni düşünce biçimi, Kuantum Alan Teorisi ile zirveye ulaştı. Onun getirdiği en radikal ve temel paradigma kayması şudur: Evrenin temel yapı taşları “şeyler” (parçacıklar) değil, uzay ve zamanın her noktasına yayılmış olan temel, görünmez “alanlardır”. Evreni, içinde nesnelerin bulunduğu boş bir kap olarak değil, her biri farklı bir potansiyel taşıyan, iç içe geçmiş, canlı ve dinamik alanlardan oluşan bir bütün olarak düşünmek gerekir.
Walter Russell 1921 yılının Mayıs ayında olağanüstü bir deneyim yaşamıştır. 39 gün süren, koma benzeri derin bir transa girmiş, bu süre zarfında neredeyse hiç yiyip içmemiştir. Kendisinin ifadesiyle bu bir hastalık değil, bilincinin “tüm bilginin kaynağına” ulaştığı bir “aydınlanma” (illumination) haliydi. Bu deneyimden uyandığında, durmaksızın yazmaya başlamış ve kendisinden sonsuz gibi görünen bir bilgi akışı ortaya çıkmıştır. Onun için evrenin sırları, dışarıda keşfedilecek nesneler değil, sessizlik ve disiplin yoluyla içeriden erişilecek evrensel bir bilgi kaynağıydı.
Walter Russell, aydınlanmasıyla elde ettiği bu bilgileri “The Universal One” adlı bir el yazmasında derleyerek zamanının önde gelen 500 bilim insanına, fizikçisine ve mucidine gönderdi. Çoğu kişi bu fikirleri “delilik” olarak nitelendirip reddetti. Ancak bir kişi farklı bir şey gördü: Nikola Tesla. Büyük mucit, Russell’ın çalışmalarından o kadar etkilendi ki, ona bu bilgiyi bir kasaya kilitlemesini ve bin yıl boyunca saklamasını tavsiye etti, çünkü ona göre “insanlık henüz buna hazır değildi”.
Çünkü bilincin madde üzerindeki önceliğini, evrenin zihinsel doğasını ve her şeyin temelinde yatan birliği kabul etmek, sadece bilimsel bir devrim değil, aynı zamanda toplumsal, felsefi ve ruhsal bir devrim anlamına geliyordu. Tesla, bu tür bir bilginin, henüz ayrılık ve materyalizm bilincinde olan bir toplum tarafından anlaşılamayacağını, yanlış yorumlanacağını veya kötüye kullanılacağını öngörmüş olabilirdi.
Russell’ın sezgisel olarak ifade ettiği fikirlerin, modern bilimin (özellikle kuantum fiziği ve görelilik teorisinin) ulaştığı bazı şaşırtıcı sonuçlarla paralellik veya benzerlik göstermektedir.
Bu “keşifler” i tek tek değerlendirelim:
Keşif 1: Evren bir düşüncedir
Bizler evreni “atomlar” ve “madde” üzerinden algılamaya şartlandırıldık. Oysa madde, kaynağın kendisi değildir; kaynak “Düşünce” veya “Bilinç” tir. Bu yaklaşım Hermetik felsefenin “Zihinsellik İlkesi” ile aynı doğrultudadır: “Evren Zihinseldir.”
Fiziksel olarak algıladığımız her şeyden önce, var olan her şeyi kapsayan bir “Bilinç”, “Zihin” veya “Düşünce” vardır. Gerçeklik atomlardan değil, fikirlerden oluşur. Algıladığımız tüm fiziksel evren – galaksiler, dağlar, bedenlerimiz – bu ilk, tekil Düşünce’nin tezahüründen başka bir şey değildir.
Bir mimarın zihnindeki “fikir” nasıl binanın “gerçekliği” haline geliyorsa, Evrensel Zihin’in “fikirleri” de gerçekliği oluşturur. Bir binanın önce bir “fikir” (plan) olarak var olması ve sonra “madde” (tuğla, çimento) ile tezahür etmesi gibi, evrendeki her şey önce “ilahi bir fikir” veya “düşünce formu” ndadır.
Eğer Evren “Düşünce” ise, bu düşünce kendini nasıl “madde” ye dönüştürür?
Işık yoluyla…
Bizim duyularımız maddeyi “katı” veya “kristalleşmiş” olarak algılar. Onu yavaşlatan ve bir forma sokan güç ise “Düşünce”dir. Düşüncenin kullandığı malzeme saf Işık’tır.
Düşünce, Işığı hem “yavaşlatır” hem de “sıkıştırır”. Bu sıkışma, Işığı sarmal bir enerji formuna sokar.
Işık sıkıştırıldığında, “yaşayan ve nefes alan enerji sarmalına” dönüşür. “Yavaşlatılma” veya “sıkıştırılma”, ışığın o yüksek, saf frekansının, “donmuş” bir dalga (madde) gibi algılanacağı kadar düşük bir “ritme” indirilmesidir.
Bu “düşünceyle yavaşlatılmış, sarmal, ritmik ışığa” biz Madde (“kristalleşmiş ışık”) deriz. Albert Einstein, kütlenin (madde) enerjinin aşırı yoğunlaşmış bir formu olduğunu matematiksel olarak kanıtlamıştır. “Madde” ve “enerji” farklı şeyler değil, aynı şeyin iki farklı halidir. (E=mc^2 )
Bu sarmal enerjinin kendine has bir ritmi (titreşimi) vardır. Modern fizik, evrenin temelinde “parçacıklar” olduğunu değil, “alanlar” olduğunu söyler. Elektron Alanı, Foton Alanı (ışık) gibi… Gördüğümüz her parçacık (elektron, foton, kuark), bu temel alanlardaki birer “titreşim” veya “uyarılmadır”. Yani evren, katı bilyelerden çok, titreşen bir enerji denizi gibidir.
Kuantum fiziğinde, bir parçacığın durumu (konumu) “ölçülene” veya “gözlemlenene” kadar bir olasılık dalgası olarak var olur. Ünlü fizikçi John Archibald Wheeler’ın “It from Bit” (Varlık, Bilgiden doğar) fikri, evrenin temelinde “bilgi” veya “enformasyon” olabileceğini öne sürer.
Bir bilgisayar simülasyonu düşünün. Simülasyonun içindeki bir karakter için “katı” bir duvar, temelde sadece 1’ler ve 0’lardan oluşan bir “bilgidir” (koddur). Dışarıdan bakan programcı için o “madde” yoktur, sadece “fikir” (kod) vardır. Russell’ın modeli, evreni buna benzer bir “bilinç” veya “zihin” tarafından yansıtılan bir yapı olarak görür.
Keşif 2: Tüm enerji ritmiktir
Evrende “durmak” diye bir şey yoktur, her şey hareket eder; her şey titreşir. Evrende “ölü” madde diye bir şey yoktur. Gördüğümüz her şey (bir taş, bir insan, bir düşünce), farklı hızlarda veya frekanslarda titreşen enerjinin tezahürleridir. Enerjinin frekansı (ritmi) çok yavaşladığında, “donar” ve biz onu “madde” olarak algılarız. En hızlı, en ince titreştiği hali ise “ruh” veya “ışık” olarak adlandırırız.
Termodinamik (Sıcaklık) yasasına göre, mutlak sıfır (-273.15 °C) dışında hiçbir şey gerçekten statik değildir. Bir masanın veya “katı duvarın” atomları, sıcaklığı nedeniyle sürekli olarak yerlerinde titreşirler.
Kuantum dünyasında, her parçacık (elektron gibi) aynı zamanda bir “dalga” özelliği gösterir. Aslında “katı” diye bir şey yoktur. Bir elektron, belirli bir konumda bulunma olasılığına sahip bir dalga fonksiyonudur. Katı görünen bir duvarın atomları aslında %99.9 boşluktur ve en katı görünen duvarın atomları bile sürekli bir hareket, bir dans, bir “titreşim” halindedir.
Sicim teorisi ise, tüm temel parçacıkların (elektronlar, kuarklar) aslında farklı frekanslarda titreşen, tek boyutlu “sicimler” olduğunu öne sürer. Bu teoriye göre, evrendeki her şey (madde, enerji, kuvvetler) temelde aynı sicimin farklı “notalarıdır”.
Yani evren, dev bir senfonidir ve her şey “ritmik” titreşimlerden ibarettir.
Evrende her şey yaşayan ve nefes alan bir enerji sarmalı halindedir. Galaksilerden DNA’mızın çift sarmalına, deniz kabuklarından suyun girdabına kadar her yerde görülür. Enerjinin “sarmal” olması, onun statik değil, dinamik, yaratıcı ve sürekli hareket halinde olduğunu gösterir.
Düşüncelerimiz ve duygularımız da birer “dalga ritmidir”. Korku, öfke veya endişe, düşük frekanslı, kaotik ritimlerdir. Sevgi, minnettarlık veya neşe, yüksek frekanslı, uyumlu ritimlerdir.
Müzikten örnek vermek gerekirse, bir piyanoda “Do” notası ile “Sol” notası arasındaki tek fark, telin titreşim frekansıdır (ritmidir).
Eğer her şey bir “dalga ritmi” ise, o zaman bu ritmi değiştirebiliriz. Kendi içsel “dalga ritminizi” anlar ve onu bilinçli olarak (örneğin meditasyon, niyet veya şükran yoluyla) değiştirirsek, “Rezonans Yasası” (Benzer benzeri çeker) gereği yaşamlarımıza çektiğimiz deneyimlere de “hakim” olmaya başlarız.
Travma Sıkışmış Işık tır. Fiziksel veya duygusal travma, bedende “sıkışmış ışık” cepleri yaratır. Enerji akamaz, “donar” ve “ritmi” bozulur. Bu, hastalığın başlangıcıdır.
Hastalık Ritimsizlikdir, bedenin veya bir organın sağlıklı “ritmini” kaybetmesi, “donmuş” (sıkışmış) veya kaotik bir dalga formuna girmesidir.
Sıkışmış Işığın Serbest Bırakılması ise Ölümdür.
Bedenimiz, “düşüncenin” (ruhumuzun/bilincimizin) “ışığı” geçici bir süre için “sıkıştırdığı” ve bir “madde” (beden) formuna bürüdüğü yerdir. Bu Yaşam’dır.
Fiziksel ölüm, bu “sıkıştırma” eyleminin sona ermesidir. “Düşünce” (bilinç), artık ışığı o bedende tutmayı bırakır. Madde” (beden) kaybolur (çürür), çünkü onu bir arada tutan “sıkıştırma” (yaşam gücü) gitmiştir.
Ancak “sıkışmış ışık” (o bedeni oluşturan saf enerji ve o bedeni deneyimleyen bilinç/ruh) yok olmaz. O “serbest bırakılır” ve tekrar saf, yüksek ritimli “Işık” formuna, yani “Evrensel Düşünce”nin kaynağına döner.
Keşif 3: Dualite (İkilem) bir yanılsamadır
Fizikteki en temel “ikilemlerden” biri. Her parçacığın (örn: negatif yüklü elektron) zıt yüklü bir anti-parçacığı (pozitron) vardır. Onlar “zıt” gibi görünürler, ancak aynı temel enerjiden (E=mc^2) birlikte doğarlar (Çift Oluşumu) ve bir araya geldiklerinde birlikte yok olup tekrar saf enerjiye (foton/ışık) dönüşürler (Yok Olma). Onlar gerçekten de “aynı madalyonun iki yüzüdür”.
Newton’un “Etki-Tepki” yasasına göre, fizikte hiçbir kuvvet tek başına var olamaz. Her “etki” kuvvetine karşılık, eşit büyüklükte ve zıt yönde bir “tepki” kuvveti vardır. Bu, evrenin temel bir “denge” arayışıdır.
Termodinamiğin ikinci yasasına (Entropi) göre, evrenin “denge arayışı” dediğimiz şey, aslında budur. Sıcak bir cisimle (yüksek enerji) soğuk bir cismi (düşük enerji) yan yana koyduğunuzda, aralarında bir “çatışma” olmaz. Enerji, dengeye (termal denge) ulaşana kadar sıcaktan soğuğa akar. Evrenin tüm hareketi bu denge arayışından kaynaklanır.
Bir mıknatısın “kuzey” ve “güney” kutbu vardır. Bunlar bir ikilemdir. Ama siz bir “kuzey kutbunu” tek başına elde edemezsiniz. Mıknatısı ikiye böldüğünüzde, iki yeni mıknatıs elde edersiniz ve her ikisinin de hem kuzey hem de güney kutbu olur. İkilem (dualite), daha büyük bir bütünlüğün (manyetik alan) ayrılmaz bir parçasıdır.
Algıladığımız zıtlıklar evrenin işletim sistemidir. İyi ve kötü, Aydınlık ve karanlık, Yaşam ve ölüm..vb
“İyi”, “kötü”ye karşı savaşmaz; “aydınlık”, “karanlık”ı yok etmeye çalışmaz. “Karanlık”, aydınlığın düşmanı değil, sadece onun daha düşük bir “ritmi” veya “yavaşlamış” halidir. Yaşam ve Ölüm de bir savaşta değildir. Bir madalyonun iki yüzü, tek bir sürecin (varoluşun) iki parçasıdırlar.
Bu zıtlıklar (“dualite”), o “Tek Düşünce”nin kendini deneyimleyebilmesi için var olan kutuplardır. Evrenin amacı bu kutuplardan birinin “kazanması” değildir. Amaç, bu iki kutup arasında bir “denge” bulmaktır.
Keşif 4: Madde ışıktan doğar
Madde kütlelidir, ışık (foton) kütlesizdir. Birbirlerine dönüştürülebilirler (E=mc^2) ama aynı şey değillerdir.
Yeterince yüksek enerjiye sahip bir ışık fotonu (gama ışını), bir atom çekirdeğinin yanından geçerken hiç yoktan bir madde (elektron) ve bir anti-madde (pozitron) parçacığına dönüşebilir. Yani, madde tam anlamıyla ışıktan doğar. Buna bilimde Çift Oluşumu (Pair Production) denmektedir.
Elektron (madde) ve pozitron (anti-madde) tekrar karşılaştığında, ikisi de “kaybolur” ve kütleleri tamamen saf enerjiye, yani ışığa (gama fotonları) dönüşür. Bir nükleer bomba veya santral, maddenin (sıkışmış enerji) çok küçük bir kısmını “serbest bırakarak” (ölüm) devasa bir enerjiye (ışık/ısı) dönüştürür. (Atom bombası)
Russell’ın öne sürdüğü “sıkıştırma sona erdiğinde madde kaybolur” ve “ölüm, sıkışmış ışığın serbest bırakılmasıdır” metaforu, bu fiziksel olayın mükemmel bir tanımıdır.
Keşif 5: Elektriğin gerçek doğası
Russell, “Ana akım bilim elektriği yanlış anladı, o basit bir elektron akışı değil, yaşayan ve nefes alan bir enerji sarmalıdır” demiştir.
Bir ampulü yakan devreyi düşünün. Enerjinin çoğu, telin içindeki elektronlarla akmaz. Enerji, telin dışındaki elektromanyetik alan boyunca hareket eder. (Bunu “Poynting Vektörü” açıklar). Elektronlar, bu alanın akışını yönlendiren bir ray sistemi gibidir. Gerçeklik, telin etrafını saran bir “enerji alanıdır”.
Maxwell Denklemleri, elektrik ve manyetizmanın doğasının “sarmal” (“curl” – rotasyonel) olduğunu matematiksel olarak gösterir. Değişen bir manyetik alan, etrafında sarmal bir elektrik alan yaratır (Faraday Yasası – jeneratörlerin çalışma prensibi). Bir elektrik akımı (veya değişen elektrik alan), etrafında sarmal bir manyetik alan yaratır (Ampere Yasası – motorların çalışma prensibi).
Kablosuz şarj örneği ile açıklamak gerekirse, telefonunuzu şarj pedine koyduğunuzda, arada hiçbir “elektron akışı” yoktur. Şarj cihazı, sarmal bir manyetik alan yaratır; telefonunuzdaki bobin bu sarmal alanı algılar ve onu tekrar sarmal bir elektrik akımına dönüştürür. Bu, enerjinin tellerden çok “alanlar” ve “sarmallar” aracılığıyla hareket ettiğinin somut bir örneğidir.
Bioenerjetik yaklaşımla anlatmak gerekirse,
Evrende iki tür enerji vardır:
1. Fiziksel Enerji: Elektromanyetizma, yer çekimi. vb.
2. Süptil (İnce) Enerji: Bioenerji “yaşam gücü”.
Elektrik basit bir elektron akışı değil, “bilinç” taşıyan “yaşayan” bir enerjidir. Bu enerjinin sadece “elektron akışı” olduğunu düşündüğümüzde, sadece makineler (bilgisayarlar, ampuller) yapabiliriz.
Vücudumuzdaki sinirsel iletimler (beyin sinyalleri, kalp atışları) elbette fiziksel elektron akışıyla çalışır. Ancak, beden aynı zamanda “süptil” bir enerji alanıyla (aura) ve enerji merkezleriyle (çakralar) çalışır.
Yaşam gücü yani bioenerji, yaşayan enerjidir. Hint felsefesinde Prana, Çin tıbbında Chi (Qi), Japonya’da Ki olarak bilinir. Bu, nefesle aldığımız, yiyeceklerden edindiğimiz ve evrenden emdiğimiz temel yaşam gücüdür.
Enerjinin “yaşayan ve nefes alan bir sarmal” (Yaşam Gücü) olduğunu anladığımızda, o zaman sınırsız gücün kilidini açabiliriz. Sınırsız gücün kilidini açmak, dalga ritmini anlamakla mümkündür. Bu “sınırsız güç”, hastalıklara karşı koruma, zihinsel berraklık, duygusal denge, yüksek bilinç durumları ve yaratım potansiyelidir. Yaşam gücünü (Prana/Chi) doğru kullanmak (meditasyon, nefes çalışmaları, enerji şifası, farkındalık) bedenin kendi kendini iyileştirme gücünün kilidini açar.
Bioenerji şifasında buna uyumlanma (entrainment) denir. Bu, daha güçlü veya daha uyumlu bir ritmin, daha zayıf veya kaotik bir ritmi “düzeltme” eğilimidir. Şifacı, kendi uyumlu ritmini hastanın alanına yansıtarak, o alanı tekrar sağlıklı ritmine “davet eder” veya “çeker”.
Bedende “katılaşmış” veya “donmuş” görünen sorunlar (kronik ağrılar, kistler, duygusal travma blokajları) aslında “sıkışmış” veya ritmi bozulmuş “donmuş dalgalardır”. Bioenerji ile, bu “donmuş” enerjiye uyumlu bir frekans (ritim) uygulayarak onu tekrar “akışkan” ve “canlı” hale getirme, yani dalgayı çözme amaçlanır.
Şifacı, bir elektrikçi gibi “elektronlarla” oynamaz. Şifacı, “yaşayan ve nefes alan enerji sarmalı” (Prana/Chi) ile çalışır. Bu enerjiyi “doğru şekilde kullanarak” (yani “niyet” ve “ritim” anlayışıyla), bedenin kendini onarması ve “dengeye” dönmesi için “sıkışmış ışığı” serbest bırakır. Bioenerji çalışmaları, enerji kanallarındaki (meridyenler) veya merkezlerindeki (çakralar) tıkanıklıkları açarak, bu “sınırsız” içsel şifa potansiyelinin akmasını sağlamayı hedefler.
Sonuç olarak her şey, kendini “Işık” olarak tezahür ettiren tek bir “Düşünce” ile başlar. Bu Işık, “maddeyi” oluşturmak için “Sarmal” formunda “Sıkıştırılır”. Bu sarmal enerji, asla statik değildir; daima “Ritmik” bir dans halindedir ve biz bu dansı “Yaşayan, nefes alan bir sarmal” (Prana/Chi) olarak deneyimleriz.
Bu evrende “iyi” ve “kötü” arasında bir savaş yoktur; sadece “Aynı madalyonun iki yüzü” vardır ve tüm sistemin nihai amacı “Çatışma değil, Denge” dir.
Şifa, bu dengeyi yeniden kurma sanatıdır. Şifacı, “hastalık”la savaşan bir asker değil, “fikirlerin” gücünü, “ritmin” bilgeliğini ve “yaşam gücünün” potansiyelini kullanarak bedenin kendi ilahi planına dönmesine rehberlik eden bir orkestra şefidir.
Özetle Evrende her şey canlıdır, her şey titreşir ve her şeyin bir ritmi vardır. Şifa, bozulmuş bir ritmi yeniden uyumlamak; spirütüel ustalık ise kendi ritmini bilinçli olarak seçmektir.
Gülfem Kartal
