Korkularıydı şekillendiren insan soyunun dünya görüşünü, gördüklerine ve görmediklerine inandılar, korkuları medeniyetler kurdurdu; savaşlar, barışlar ve sonra yine savaşlardı insan soyunu yaşatan ve öldüren.
İçinde canlı kalmak için uğraştıkları hayatın, adını bilmez iken; korkularını, endişelerini taşır oldu coğrafyadan coğrafyaya. Gördükleri, yedikleri ve öldükleri ile geçen binlerce yılın sonunda medeniyetler kuruyor ve savaşıyor, yiyor, korkuyor, görüyor, endişe duyuyor ve korunuyorlardı bedensel canlılıkları için. Henüz adını bile bilmedikleri bir gezegenin ücra köşelerinde.
Geçen binlerce sene sonra yaşamak için ve ölümler için maddeye şekil vermeye başladı insan soyu. Hükmetmenin, şekil vermenin gücü. İnancın cesareti ile birleşti. Bu cesaret ile savaştı yüzlerce sene. Daha az cesur olduğunu sandığı bir başka coğrafyanın insan soyu ile.
Maddenin, toprağın, güneşin medeniyetleri kuruldu. İnanç her medeniyetin zeminiydi. Bedenini ve maddi âlemin gerçekliğini inancı içinde şekillendiriyordu insan. Yaşamak ve ölmek gözlenir bir gerçekti. Gördüğüne hükmetmek, göremediğine inanmak bir dünya tasavvuru idi. Doğa bir madde, önemsiz bir araçtı artık. Bir matematiğin sonucuydu. İnanç bir düşünme biçimiydi 1500 sene öncesine kadar geldiğinde insan.
Düşünce, inancın emrinde bir askerdi, savaşmaya ve öldürmeye hazır. Medeniyet sanata, maddeye, taşa, toprağa, göze, kulağa hükmeden yazının kültürüydü. Korkunun, endişenin savaşlarından yılgın ve bitkin insan soyunun tarihiydi artık başlayan. Susmalardan başka bir evren tasavvuru görmeye başladı gözler,
Gözlemledikçe, rakamlar düştü gezegenin orta yerine ve matematik bir konuşmanın dili oldu, doğa ifşa etti kendini izleyen gözlere. Hayaller başladı, edebiyat ve sanat, müzik başladı. Tek bir tel üzerinden ifşa oldu melodi. Bir akşamüstünde güzellik dolaşmaya başladı kırlarda. Esintilerin içinden resmedildi insan. Yüzü vardı insanın, resmi vardı, tekil yaşamların tarihi idi yazılan ve okunan biyografilerde.
Korkmak istemiyor, resim yapmak, şiir yazmak, hayal kurmak, bir rakamın, geometrinin, bir hayalin perspektifinde, yıldızlara ulaşmak istiyordu.
Endişelerin, hayallerin, ideallerin, dünya, yaşam ve ölüm tasavvurlarının çoğaldığı; Edebiyatın, bilimin, devletin; Alışın verişin değerlendiği, temasların ve ilişki biçimlerinin kültür olduğu, hukuk olduğu, zorunluluk ve özgürlük olduğu zamanların eşiğindeydi insan soyu.
Korkmayı, savaşmayı, barınmayı, saklanmayı, inanmayı, aşkı, yazmayı deneyimledi insan.
Ve düşünmeyi deneyimledi.
Korku inancı
İnanç düşünmeyi
Düşünme seni,
Sen beni yarattı.
İnsan korkuyu da, inancı da, endişe ve bilimi de zemin yaptı düşüncesine.
Hatta yazıyı da bir zemin olarak kullandı sıra dışı zekâlar düşünmek için.
Yazdığı için düşünen, düşündüğü için yazan bir seviyeden; almak, satmak, gündelik hesaplar için oluşan iletişim seviyesinde, bir dilin sesi olan kişilerin korkuları, endişeleri, ne yazıya, ne edebiyata ne bir medeniyete everilemez seviyede dünya dışı bir hal aldı.
Algılama seviyesinde insan soyu korkuyordu.
Anlama seviyesinde cesur ve inançlıydı.
Anlamlandırma seviyesinde sustuk. Konuşamaz olduk.
Korkunun, endişenin, inancın ve matematiğin bir düşünce biçimi olduğu tarihsel kesitlerden arta kalan suskun bir soyuz biz.
Düşünceye, endişeye nereden başlayacağımızı biliyoruz, konuşmaya nereden başlayacağımızı bilmiyoruz.
Asırlar boyu korku, endişe, inanç, özgürlük, yazı bir düşünce biçimi oldu. Düşünceyi ifade ediş biçimi ile düşünce biçimi arasında ki fark, form ve şekil arasındaki fark gibidir.
İnanç, bilim, gündelik hayat içinde ve gündelik hayat ile birlikte düşünceye biçim verdi ve düşünce biçimlerinin zemini oldu. Zaman zaman yazı da bu diyalektik içinde yer almakla beraber söz ve konuşma, düşünce biçimi olarak hayatın gündelik akışı içinde ne de tarihsel herhangi bir kesitte yer almadı. İnsan düşünebildiği için eylediği konuşma pratiğini; Düşüncesinin biçimi şekline hiçbir zaman sokamadı. Bir düşünce biçimi olarak felsefe dahi bu dönüşümü gerçekleştiremedi. İçinde bulunduğumuz duygu ve fikir durumlarının sesli aktarım eylemi olan konuşma deneyimi; İçine düştüğümüz acının, endişenin ve yabancılığın haykırış pratiği olmaktan öteye geçememekte.
Belki de düşünebildiği için konuşabilen insan; konuşabildiği için düşünmeye başlayacağı asırların yolcusudur. Konuşmayı, günlük pratiklerinin aracısı olarak kullanmaktan öte düşünen tinin sesi ve evrenin en ücra köşesine seslenen bir kodun lisanı da olabilecek deneyimlerin şekline ulaştıracaktır.
Konuşmak, bir endüstrinin kullanım kılavuzunu seslendirmek kadar kodlanmış verilmekte yaşamlarımızın her hücresine. Düşünüyorum öyleyse varım diyebilen bir cesaretten, konuşuyorum bu yüzden düşünemiyorum diyen bir çaresizliğin yığınıyız. Konuşma dilimizi düşüncenin, insanın ve var oluş amacımızın etkileyici hikâyesine döndürmeli; Zihninde insanca bir medeniyet tasavvuru olmayan konuşmaların uzağında; Sessizce yeni bir alfabenin sesi, ünsüzü, öznesi olmak için kendimizi yeniden tanımalıyız; Bir düşünce biçimi olarak konuşmak; okullarda ders; genç zihinlerde ülkü, düşüncenin yorumu olarak; bir ayrıcalığın adı olmalıdır.
Bir düşünce biçimi olarak konuşmak; asırlar sonraya yeni bir medeniyetin davetidir.