Einstein Aslında “Yok” Demedi, “GEREKSİZ” Dedi! Bilimin Yıllarca Aradığı Hayalet Gezegen, Nasıl En Büyük Sırra Dönüştü?
Bilim insanları, 100 yıldan uzun bir süre boyunca, aslında var olmayan bir gezegenin peşinden koştu.
Yıllarca dev teleskoplarla aranan, uğruna teoriler yazılan ama sonunda bir kalem ve kağıtla “iptal edilen” bir gezegen..
VULCAN
Ancak ortada KOCAMAN bir sorun vardı: Merkür…
Peki bu sorun neydi?
Her şey 19. yüzyılda başladı. Newton’un kütleçekim yasası mükemmel işliyordu. Tek bir yer hariç: Merkür’ün yörüngesi. Merkür, Güneş’e en yakın olduğu noktanın etrafında dönerken, her turda santim santim kayıyordu.(günberi devinimi)
Gökbilimciler, bilinen tüm gezegenlerin (Jüpiter, Venüs, Dünya vb.) kütleçekim etkilerini hesaba kattılar. Bu kaymanın çoğunu açıkladılar ama geriye küçük ama İNATÇI bir fark kalıyordu: Yüzyılda 43 ark saniyelik (bir derecenin 3600’de biri) bir sapma!
Neptün’ü bulan dahi matematikçi Urbain Le Verrier de aynı mantığı yürüttü: Madem Newton yasası doğruydu, o zaman bu sapmaya neden olan, göremediğimiz bir kütle olmalıydı. Bu kütlenin, Güneş ile Merkür arasında, Güneş’in parlaklığında kaybolan küçük bir gezegen olması gerektiği öne sürüldü.
Bu varsayımsal gezegene, ateşin Roma tanrısına atfen “Vulcan” adı verildi. On yıllarca aradılar. Güneş tutulmalarını beklediler. Ama Vulcan görünmüyordu…
Einstein, Vulcan’ı teleskopla değil, bir kalem ve kağıtla yok etti !
Sorunun çözümü 1915’te Albert Einstein’dan geldi ve kütleçekim anlayışımızı kökten değiştirdi. Einstein teleskopa bakıp “Orada bir şey yok” demedi ama çok daha sarsıcı bir şey yaptı!
Newton’a göre kütleçekim, iki kütle arasında anında etki eden görünmez bir “kuvvet”ti (Güneş, Merkür’ü çeker). Einstein’ın Genel Görelilik Teorisi ise kütleçekimin bir kuvvet olmadığını, devasa kütlelerin (Güneş gibi) evrenin dokusunu yani uzay-zamanı büktüğünü öne sürdü. Gezegenler ise bu bükülmüş doku üzerinde, aslında takip edebilecekleri en “düz” yolu izliyorlardı ,yani eğimli yolda yuvarlanan bilyeler gibi.
Einstein’ın denklemleri, o 43 saniyelik sapmayı mükemmel bir şekilde açıkladı. Görelilik Teorisine göre, Merkür’ün “yalpalanması” (43 ark saniyelik sapma), görünmez bir gezegenin onu çekmesinden kaynaklanmıyordu. Bu sapma, Merkür’ün, bizzat Güneş’in büktüğü o eğri uzay-zaman yolunda hareket etmesinin doğal sonucuydu!
Yani Einstein, Vulcan’ın varlığını veya yokluğunu tartışmadı bile. Vulcan’ın var olmasını gerektiren tek nedeni (43 saniyelik sapmayı) “Hiçbir ekstra gezegene gerek yok. Güneş’in uzay-zamanı bükmesi bu etkiyi zaten yaratıyor.” diyerek ortadan kaldırdı.
Böylelikle bir hipotezi açıklamak için öne sürülen tek neden başka bir teoriyle açıklanınca, o hipotez bilimsel olarak “gereksiz” hale geldi. Vulcan’ın bilimsel hikayesi de tam olarak böyle bitti.
Fiziksel Değil, “Gizli” (Eterik) Bir Gezegen
Tam da Vulcan’ın bilimsel arenadan silindiği bu dönemde, ezoterik düşünürler bu “kayıp” gezegen fikrini benimsedi ve ona yepyeni, ruhani bir anlam yükledi. Bu dönüşümün merkezinde, 20. yüzyılın en etkili ezoterik yazarlarından Alice Ann Bailey yer alıyordu.
Alice Ann Bailey (1880-1949), “Teozofi” ve “New Age” hareketlerinin en etkili yazarlarından biriydi. 19. yüzyılda bilimsel olarak aranan ancak Einstein tarafından gereksiz olduğu kanıtlanan “Vulcan” hipotezini alıp, onu tamamen metafizik ve ruhani bir kavrama dönüştürmüştü.
Bailey, kitaplarının çoğunu (yaklaşık 24 kitap) “Tibetli Üstat” olarak adlandırdığı Djwhal Khul adlı ruhani bir varlıktan telepatik ilham yoluyla yazdığını iddia etmişti. En önemli çalışması, “A Treatise on the Seven Rays” (Yedi Işın Üzerine Bir İnceleme) adlı çok ciltli seriydi.
Bu serinin bir cildi olan “Esoteric Astrology” (Ezoterik Astroloji), astrolojiyi tamamen farklı bir seviyede ele alıyor ve dünyevi olaylardan çok ruhun tekamül yolculuğuna odaklanıyordu. Gezegenlerin ve burçların, ruhun tekamül yolculuğundaki “ödevlerini” ve “testlerini” nasıl temsil ettiğini inceliyordu.
Bailey’e göre Vulcan, Güneş ile Merkür arasında yer alan, ancak fiziksel bir kaya kütlesi olmayan bir gezegendi. O, “eterik” bir formdaydı, yani fiziksel gözle veya teleskopla görülemeyen, daha yüksek bir frekans seviyesinde var olan bir “kutsal gezegendi“. Henüz keşfedilememesinin nedeni ise, insanlığın bilincinin onu algılayacak seviyede olmamasıydı…!
Vulcan’ın ezoterik anlamı, adını aldığı Roma mitolojisindeki demirci tanrısı (Yunan mitolojisindeki Hephaistos) ile doğrudan bağlantılıydı. Vulcan, tanrıların “demirci ocağıdır“. Adını aldığı demirci tanrısı gibi, Vulcan’ın görevi de dönüşümdür.
Demirci nasıl ham metali alır, ateşte eritir, çekiçle döver ve ondan kaba halinden çok daha değerli, yeni bir form yaratırsa, Vulcan da ruh üzerinde aynı etkiyi yapar.
Vulcan’ın enerjisi, ruha bağlı olan eski, kaba ve sınırlayıcı kalıpları (korkular, ego, maddi bağımlılıklar) “yakar” ve “parçalar“. Bu, bireyin İlahi İrade‘ye uyumlanma iradesini test eden acı verici bir süreçtir.
Özetle Vulcan, kaba egonun, korkuların, maddi dünyaya olan kölece bağımlılıkların “yakıldığı” ocağın adı oldu. O, İRADENİN ve DÖNÜŞÜMÜN en acı verici, en güçlü sembolü haline geldi.
Hatta onu, maddeyi ve sahip olmayı temsil eden Boğa burcunun “gizli” ruhani yöneticisi yaptılar. Bunun anlamı şuydu: “Kişilik” seviyesinde maddeye (Venüs) takılırsın, ama “Ruh” seviyesinde o maddeyi iradenle (Vulcan) kırmayı ve dönüştürmeyi öğrenirsin.
Vulcan’ın hikayesi, bir fikrin nasıl evrimleşebileceğinin mükemmel bir örneğidir. Bilimin açıklayamadığı bir boşluğu doldurmak için doğmuş, daha üstün bir teori tarafından gereksiz kılınmış, ancak tam da bu “görünmez” ve “fiziksel olmayan” statüsüyle, metafizik dünyada iradenin, dönüşümün ve saflaşmanın güçlü bir sembolü olarak yeniden hayat bulmuştur.
Gülfem Kartal
