Yazar Hasan İzzet Dinomo, (“Kutsal İsyan”, May Yayınları, 1972)’de;
“…Mustafa Kemal kırmızımtırak derili parmaklarının arasındaki küllenmiş sigarasının dumanlarının meydana getirdiği helezonların içinden para durumunu bir daha düşündü. Uzun bir muhasebeden sonra iyice anladı ki, zenginlik tanrısı Mamon, bütün yüksek zekâsına, olağanüstü güçlerine karşın ona hiç gülümsememiş, yar olmamıştı.
Babasının ölümünden sonra çok kıt-kanaat yaşadıklarını biliyordu. Okuduğu askeri okullarda, hep para sıkıntısı çekmişti. Harbiye eğitimi süresince mubassırların öğrencilere sattığı kitapları alacak parası olmadığından kendisine kitap satmaya gelen bu adamları acı bir mizah ve hiciv dolu azarlamalarla geri çeviriyor ve onlara: “Ben derslerimi yaptıktan sonra kitabı ne yapacağım” diyordu.
Yine Harbiye öğrencisiyken meyhanelere ya cebindeki son harçlık kırıntısını bırakıp çıkıyor ya da barba’ya bir içimlik borç bırakıp ayrılmak zorunda kalıyordu. Şimdi düşünüyordu da hala paraya, tanrı Mamo’nun, Napolyon’un bunca övüp durduğu paraya gereken önemi vermediğini anlıyordu.
Mareşal Falkenhain ile Enver Paşa’ya kafa tutmak için istifayı basıp Suriye Cephesi’nden İstanbul’a gitmek istediğinde de cebinde bilet parasını karşılayacak harçlık yoktu. Hiç evlenmediğinden, kız kardeşi Makbule ile annesi Zübeyde’den başka da yakın kimsesi olmadığından her ay aldığı maaşı, kendisine ufak bir miktar ayırarak annesine veriyor ya da gönderiyordu” demektedir.
Mustafa Kemal Paşa, Suriye cephesinden İstanbul’a döndüğünde (13 Kasım 1918) arkadaşlarının önerisiyle tasarruflarının bir bölümünü incir ticareti yapan bir tüccara değerlendirmesi için vermiş, Minber gazetesine ortak olmuş ancak her iki işte de parası batmıştır. Dinomo’nun deyimiyle zenginlik tanrısı Mamon, bütün yüksek zekâsına, olağanüstü güçlerine karşın ona hiç gülümsememiş, yar olmamıştı.
O günlerin Mustafa Kemal’i başarısızlıkla sonuçlanan ticaret ve gazete serüvenini şöyle anlatmaktadır:
…”Ordular Grup Komutanlığı’ndan İstanbul’a geldiğim zaman, bazı ahbaplar baktılar ki üç beş bin lira birikimim var:
-Artık bir göreviniz yok, böyle arkası gelmeyen masrafa dayanılamaz, paranızı bir ticarete koysak, dediler.
-Ama ben ticaret bilmem ki, dedim.
-Bilmenize gerek yok, efendim. Sorun A… Beyefendiye sizin bu önemsiz paranızı kabul ettirebilmekte. Ondan sonra paranız kendiliğinden işler, durur.
Söyleyen eski bir tanıdığım. Söz ettiği beyefendi de tanımadığım bir İstanbul kibarı. Kendi kendime, öyle ya topu topu birkaç bin lira var, anamın sandığında duracağına beyefendi kim ise, onun sermayesi içinde dönüp çoğalsa hiç de fena olmaz, diye düşündüm.
Bizim eski tanıdık bir gün:
-Dün aklıma geldi de beyefendiye danışmadan size geldim. Onun razı olacağını söyleyemem. Çok büyük işler görür. Bunlar arasında birkaç bin liranızla ilgileneceğini sanmıyorsam da bir kez görüşür, tanışırsınız… Çok hoş sohbet bir kişidir de…
Beyefendi akşam meclislerinden birine bizi davet etti. Yanıma Fethi Bey’i de alarak gittik. Niyetimiz beyefendi kabul ederse, Fethi Bey’in birikimini de benim parama katarak nemalandırmak.
İstanbul tarafında bir konağa gittik. Sofra, yemekler, salon hepsi yerinde. Beyefendi Babıali üslubu ile sohbetler açtı, terbiyeli konuşuyor, pek kibar dinliyor, ticaret ve para gibi konulara gönül indirip dokunmadı bile! İçimden, galiba bizi beğenmedi, paramızı kabul etmeyecek, diye kaygılara bile düştüm. Bir aralık, hani bizim konu, der gibi bizim eski tanıdığa göz ucu ile işaret ettim. Bizimki sonunda güçlükle konuyu açtı, beyefendi yarı dinler, yarı dinlemez.
-Hele Paşa Hazretleri ofisime buyursunlar da… gibi yarım ağız bir vaatte bulunduktan sonra felsefeye mi, politikaya mı, bir kibar konuya daha geçtik.
Gece geç vakit konaktan çıktığımızda Fethi Bey’e;
-Nasıl? dedim.
-Nesi nasıl? İş nedir? Ne verilecek? Ne getirecek? Bir şey söylemedi ki…
-Tuhafsın Fethi, adamın nezaketine, kibarlığına baksana… Kendisinden böyle adi şeyler sorulur mu hiç?
-Ben bilmediğim işe senetsiz kontratsız on para koymam, dedi.
İnatçılığı yüzünden, arkadaşımın böyle bir fırsatı kaçırmasına onun hesabına üzülüyordum ve ertesi sabah anamın da:
-Ne yapacaksın yavrum? Sakın paranı elinden kapmasınlar? gibi sözlerine karşı da adeta Beyefendi hesabına sıkılarak paramı alıp götürüm. Yaverim Cevad’ın galiba yüz elli lirası birikmiş. O da rica ederek bu sermayesini benim parama kattı. Yolda korkum, ya kabul etmeseydi. Ofise girdik. Beyefendi bizim zarfı aldı.
-Bir defa saysanız…
Sözüne değer mi? gibi bir yan gülüşle baktıktan sonra kasasını açıp, içine atıverdi.
Binlerce liranın eksik olup olmadığını bile merak etmeyecek kadar kibar olmak için kim bilir ne kadar zengin olmalı, diye düşündüm. Bütün paramı yatırdığım ticaret işinin ayrıntısı üzerine konuşmaktan bile sıkılmıştım. Çıkıp gittik.
Sonunda işi eski tanıdığa sorduk. O da bir incir konusundan söz etti, İzmir’den bir yelkenliye konacakmış. Bir yere götürülecek, satılıp bir şeyler alınacak. O İstanbul’a gelecek, karma karışık, dolambaçlı bir iş ama bizim tanış:
-Büyük kâr böyle olur. Yüzde ikiden, yüzde üçten ne çıkar? Bir iki dönüşte konan para iki misline çıkmalı ki bir şey anlayasınız.
Bir iki dönüşte iki misli, üç dört dönüşte dört misli, anacığıma alacağım evi hayalimde döşemiştim bile.
Günler geçti. Yelkenli bu. Gün ölçüsüne gelmez. Haftalar geçti, Fethi Bey’e bir sorayım, dedim o soğukkanlı ve realist:
-Ne yelkenlisi, ne inciri birader… Mükemmel dolandırdılar seni…
Dese de, atlas döşeli kupa, sofra üstündeki kristal kadehler, yaldızlı koltuklar, sonra beyefendinin para zarfını şöyle kasaya doğru atışı gözümün önünde canlandı.
Arkadaşıma kızdım:
-Sen de hep böylesin. Her şeyin kötü taraflarını bulursun.
Yine bizim eski tanıdık ile soruşturuyorum.
Yanlış bir limana mı gitmişler, yoksa incirde kurt yokmuş da var diye rüşvet mi istemişler, boşalmış da yerine yükleneceği mi beklemekteymişler, her görüşmede yeni bir olay. Hatta hepsinin beyefendide telgrafları da var.
Bir gün bütün cesaretimi toplayıp beyefendiye gittim. Aaaa… Sanki hiçbir şey yok. Adamcağız masanın başında, eski konum eski düzen… Büyükdere postası sekiz on dakika rötar yapmış gibi bir şey. Herhalde büyük tüccarlık bu, hiç deneyimim olmadığı için ben telaşlanıyorum galiba, diye ayrılıp beklemeye koyuldum. Koyuldum da içime sonunda bir kuşku da girmişti. Ha geldi ha gelecek günlerinde Sultanahmet Meydanı’nın deniz görür bir köşesinde bir fukaraya o gün ikindiye doğru enginde görünecek yelkenliyi bile gözetlemiştik.
Tabii sizin de anlayacağınız gibi en sonunda tekne batmış!
Cevat ne kadar olsa küçük subay, parasız. Yüz elli lirasını kaybetmeyi bir türlü içine sindiremediğinden bir gün beyefendiyi köprü üstünde sıkıştırmış:
-Buraya bak, ben paşa değilim, ya şimdi paramı verirsin, ya seni köprüden aşağı atarım, demiş ve sermayesini kurtarmış.
Hala maaş artıklarından birikmiş parama içim yanar.
…”Bu sıralarda başımdan bir ticaret ve gazete serüveni geçti:
Mustafa Kemal Paşa ve Minber gazetesi konusunda Falih Rıfkı Atay (“Çankaya” sf:158)’de şu satırlarla değinmektedir:
“Bir müddet sonra İstanbul’da bir günlük gazete meselesi ortaya çıkar. Gazetenin başında Fethi Bey var. Mustafa Kemal Paşa az da olsa sermaye koyanlar arasında.
Bu yeni ticaret büsbütün tatlı yazacaksın, yazdıracaksın, üstelik para kazanacaksın.
Gazete müşterisi nedir? Bir gazeteyi alanlardan yüzde kaçı ciddi yazı okur, yüzde kaçı meraklı havadisler ve tefrikalar peşindedir. Mustafa Kemal Paşa’nın bunlar hakkında hiçbir fikri yok. O sanıyordu ki, o günkü gazetelerde Fethi Bey’den daha akıllı başyazar mı var, kendisinden daha iyi polemik ilhamları kim verebilir? O halde bu gazetenin sürümde, hepsinden daha yüksek olması pek tabiî değil midir? Birçok gazeteyi niçin imzaları altında çıkan bir kitaptan daha fazla sürdüreceği sualini kendilerine sormamışlar, sonra bir gazete yazarlığının hususiyetleri üzerinde durmamışlardır.
Biz okurlarımıza konuştuklarımızı birbirine karıştırırız; konuştuklarımız, seviyece, zevkçe, aşağı yukarı bir ayarda olduklarımızdır. Bunlar çok defa gazete bile okumazlar, beğendikleri gazete en az, ele almadıkları gazete ise çoksatar. Evet, gazetecilik te bir ticaret ama bir fikir adamı için dahi incir, üzüm alışverişi kadar anlamadığı bir ticaret.
Mustafa Kemal Paşa da gazetesini evinde okur, pek hoşuna gider. Herkesin elinde görme sevincini tatmak için erken sokağa çıkar. Ne kimsenin elinde, ne müezzinlerin ağzındadır. Böyle bir gazete çıktığından sokaktaki, tramvaydaki, otobüsteki, şehir habersiz görünür. Hâlbuki Mustafa Kemal meclislerinin hepsinde, herkesin gazeteden haberi vardır.
Gazete teknesi, incir teknesi kadar da dayanmaz. Bütün kumandanlık hayatından nesi kalmışsa bu gazetede eriyip gider.”
Falih Rıfkı Atay’a göre o günlerin Mustafa Kemal’i “Minber gazetesine ortak olduğunu, hayatında ilk ve son gazeteciliğinin bu olduğu, bunun da başarısızlıkla sona erdiği” söylemiş ise de Mustafa Kemal Paşa’nın gazeteciliği Harbiye mektebi yıllarında başlamış, “Minber” ile devam etmiş ve sonraki yıllarda da diğer basın ürünlerinde başarıyla devam etmiştir.