İstanbul dan sipariş verdiğim bir koli kitap, sonunda okyanusu aşarak geldi. (İstanbul’dan Montreal’e)
Nasıl bir mutluluk sardı içimi anlatamam.
El değmemiş pırıl pırıl kapakları, mis gibi kağıt kokuları, hepsinin içinde beni kendi hikayesine davet eden farklı dünyaları ile ışık saçtılar odama. Ellerimle okşadım, sevdim onları, arka kapaklarındaki yazarlar ile ilgili bilgileri okudum, bir daha bir daha…
Hemen, kapaklarını açmadım, frenledim kendimi, büyüyü bozmak istemedim, her bir kitabımı özenli, ayrı bir zaman diliminde, sakin bir köşeye çekilip yavaşça yazarın kaleminden aktarmak istediği dünyasına girerek okumayı tercih ettim.
Kitaplarımı büfemin üzerine yerleştirdim, ve İclal Aydın’ın ‘Söylenmemiş Sözler’ i elime aldım.
Üç günlük bir bir yolculuğa çıkardı beni ‘Söylenmemiş Sözler’
Yazar, hikayeyi oya gibi işlediği bir dille anlatıyor, hayran kaldım betimlemelerine, sizi bugünle geçmiş arasında dolaştırırken, aşk, annelik, kariyer, hayatın amacı gibi hepimizin ortak paydası ve yaşanmışlıkları olan içeriği okurken anın içinde kayboluyor, kendinizi de sorgular bulurken, hikayenin bir parçası oluveriyorsunuz.
Okurken hemen bitmesin istedim, hem de sonunu merak ettim.
İstanbul’dan sipariş ettiğim diğer bir kitap ise bir klasik. Rus yazar Grıkory Petrov’un (1866-1925) Atatürk’ün‘ okullarda okutulmasını önerdiği Finlandiya’ dan bahseden ‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’.
Kitaptan bir paragrafı ‘yorumsuz’ diyerek, paylaşmak isterim.
Nerdeyse yüz elli yıl önce yazılmış paragraflar, günümüze tanıdık gelebilir!
‘Zenginler, ekonomik durumu iyi olanlar, İngilizler gibi at yarışlarına yüksek miktarlarda para yatırmaya, viski soda içmeye, İngiliz modasına uygun giyinmeye, saçlarını onlarınki gibi şekillendirmeye başladılar. Gençler ise kendini İngiliz sporuna, daha da kötüsü futbola kaptırmıştı. Eğitimlerini daha tamamlamamış olan Avrupalı gençler arasında futbol adeta bir din haline gelmişti. Diğer ülkelerin gençliği de bu durumdan etkilenerek futbolu ibadet gibi görmeye başladılar. Bundan daha da zevk alanlar futbolu bir bilim, sanat dalı olarak görmeye başlamışlardı. Sokaklardaki halkı heyecanlandırarak, geçimini sağlayan boş kafalı gazeteciler, gençliğin bu yeni tutkusunu kışkırtıp sömürmeye başlamışlardı. Futbol için ayrıca köşe yazıları yazılmış, sığır bacağı gibi güçlü bacakların yeteneklerinden uzun uzadıya bahsetmek de artık gazetecilikten sayılır olmuştu.’
Yorumsuz, dedim ama yorum yapmak kaçınılmaz bu satırlara. Şöyle ki, ülkemizdeki çoğunluğunun kitap ile içice olmadığı ve spor yapmadığı ve sporu futbol seyretmek zanneden, saatlerce TV karşısında oturup maç ertesi boş boş ve bağrış çağrış ve hep bir ağızdan konuşmalardan oluşan maç kritiklerini seyreden toplulumuzdaki futbol fanatikliğinin, ülkemize nasıl bir katkısı olduğunu düşünursünüz bilemem, ama bana göre hiç bir katkısı yok!
Kitaplarım var ise hiçbir şeye ihtiyaç hissetmem , azıcık aşım ve onların beni götürdüğü farklı farklı mekanlar, hayatlar, duygular renklendirir hayatımı, okurken, bazen kendimi, kendi kendime gülümserken bulurum bazen de farkında olmadan gözlerimden yaşlar akar, gözlerim görüp okuyabildiğim için şükrederim, bu kadar zengin duyguları bize yaşattıkları için okuduğum tüm yazarlara şükran duyarım.
Kitap okuyun ve okutun, dünyamız, ancak; gerçekten herkesin kitap okuduğu, her mahallede bir kütüphanenin olduğu bir toplum olduğumuzda güzelleşecek. Betona tapan bir toplum zihniyeti ancak işte o zaman değişecekir, okudukça, okuttukça dünyamız çiçekler ile renklenecek, ağaçlar yeşerecektir!
Kitaplar ve ağaçlar ile çevrili bir dünya dileği ile,
Rahel Çela Behar