Yazmayı seviyorum, çünkü paylaşmayı çok seviyorum, yazmak da paylaşmanın ayrı bir yönü, okuduğum kitaplar ise paylaşmayı en çok haz aldığım eylemlerden. Ben nasıl okuduklarımdan öğreniyorsam, yazdıklarım da bir şeyler aktarır düşüncesi ile paylaşıyorum okuduklarımı bazen düşüncelerimi…
Bu yıl bir yazarla tanıştım. Belki siz tanıyorsunuzdur, ben bir arkadaşımın paylaştığı köşe yazısındaki hikayesinde tanıdım yazarı. Stefan Zweıg. 1881-1942 Yahudi-Avusturyalı roman, biyografi, oyun yazarı ve gazeteci. Edebiyat kariyerinin zirvesinde tırmandığı 1920 ve 1930 larda dünyanın en ünlü yazarlarından biri olmuş. Ve yine birçok parlak yazarın ortak özelliği gibi, kendisi bu dünyanın düştüğü duruma dayanamamış, Hitler dünyasını ve düzenini kalıcı zannetmiş ve yaşadığı birçok düş kırıklığı nedeniyle 22 Şubat 1942’de karısı Lotte ile Rio de Jenerio’da intihar etmiş.
Şimdilerde İstanbul’dayım kitap evlerini ziyaretlerimde yazarın kitapları gözüme çarptı.
İki tanesini aldım hemen. ‘Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat’ ve ‘Olağanüstü Bir Gece’
İkisini de bir iki gün içinde bir çırpıda, keyif alarak okudum. İnsanın kendi dilinde okumasının keyfi doyumsuz.
Yazarın hikayelerinde gözleme dayalı, insan tasvirlerinin içinde kayboluyorsunuz.
Sizinle ‘Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat’ in bir paragrafını paylaşacağım:
‘O akşam oyun salonuna girdiğimde dolu iki masanın yanından geçip üçüncünün yanında durdum. Elimde birkaç altın tutuyordum ki, tam karşımda aniden tuhaf bir sessizlik oldu. Rulet topunun iki numara arasında kararsız kaldığı anlarda her zaman böyle sözcüksüz, gergin bir durgunluk çöker masaya. İşte tam o sırada eklemlerin çıkardığı çatırtılı, tıkırtılı sesi duydum. Şaşkınlık içinde masanın karşısına baktım. Sonra, daha önce hiç görmediğim- gerçekten korktum!- iki el gördüm; sağ ve sol, ikisi de birbirine hayvani bir inatla, sıkıca kenetlenmişti; bazen birlikte açılıp birlikte kapanıyor, bazen de birbirlerini geriyorlardı, öyle ki, parmak eklemlerinden kırılan fındık gibi çatırtılı kuru sesler çıkıyordu. Bunlar ender rastlanan güzellikte ellerdi, sıra dışı uzunlukta, sıra dışı zayıflıkta, buna rağmen sıkı ve adaleliydi -bembeyazdı, zarifçe yuvarlatılmış tırnakları birer inciyi andırıyordu. Akşam boyunca bu olağan üstü, eşsiz güzellikteki elleri hayranlıkla izledim durdum, fakat beni ilk başta en çok şaşırtan tutkuları, bu çılgın tutkuyu yansıtan hareketleri, birbirleriyle güreşmeleri ve birbirlerini kavramaları idi. Onları görür görmez, duygu seline kapılmış bir insan gördüğümü anlamıştım. Bu ellerin sahibi, benliğini parçalamasın diye, tutkusunu parmak uçlarına sıkıştırmıştı. İşte o zaman -top çarkın üzerinde döndükten sonra tok bir sesle deliğe girdiğinde ve krupiye kazanan sayıyı duyurduğunda- işte tam o anda, bu iki el bir tek kurşunla yere yığılan iki hayvan gibi birbirinden ayrılıverdi. Yere serildi, ikisi birden, tükenmişten ziyade tam anlamıyla ölüydü. Yığılırken öyle bezgin, çaresiz ve tükenmiş bir haldeydi ki, sanki onun için her şey bitmiş gibiydi, bunu tarif edecek sözcük bulamıyorum. O ana kadar, her adalesinden anlamlı sözlerin ve derisinin gözeneklerinden tutkunun fışkırdığı böylesine güzel konuşan elleri hiç görmemiştim, daha sonra da görmedim.’
O gün aldığım bir diğer kitap bol reklamı olan Paulo Coelho’nun son kitabı ‘Okçu’nun Yolu’. kitabın olumsuzu olmaz, ama Paulo’nun son kitabı benim için biraz hayal kırıklığı oldu. Kitapta hikaye yok. Derinlik hiç yok, sanki güzel sözlerin, ata sözlerinin derlemesini andırdı bana.
Bugünlük bu kadar sevgi ve bol okumalı günler dileği ile…
Rahel Çela Behar
‘